22 Kasım 2009 Pazar

"Aşağılık Maymunlar" ve H1N1



Bakara Suresi'nde Cenab-ı Hakk Musa aleyhisselam kıssasından bahsederken, bir yerde İsrailoğullarına hitaben şöyle diyor: "kûnû gıradeten hâsiîn" (aşağılık maymunlar olun!)

65. ayet-i celîle'de geçiyor bu ifade, cümlenin öncesinde de şu gerekçe var; cumartesi yasağının çiğnenmesi, bunun bilindiği halde bir şeyler yapılmaması.

Aslında zaten bu noktaya gelene kadar İsrailoğulları bir çok hata işlemişlerdi Allah'a karşı. Hatta bu ayetten 2 önceki ayette de İsrailoğullarının üzerine Tur Dağı'nın kaldırılmasından bahseder Cenab-ı Hakk.

Bakara Suresi'ne adını veren sığır meselesi gelir bir kaç ayet sonra da. Bir türlü kesmek istemezler kurbanı,sürekli bir kılıf aramaya çalışırlar içlerindeki gönülsüzlüğe.

Hatta bütün bunlardan sonra Cenab-ı Hakk 74. ayet-i celilede kalbleriniz katılaştı, taşlardan da katı oldu der İsrailoğullarına.

İşte tam bu kıssayı okurken bugünler aklıma geldi.
Kendi hayatım.
Ve içinde yaşadığım toplumun hayatı.
Enfüsi ve afaki dünyam.

İnsan cesed ve ruhtan müteşekkil bir varlık ve hem hayvani hem nebati hem melekuti boyutları var insanın. Eğer cesed ön plana çıkarsa, ruh unutulursa o insanın hayvanlaşmasından söz edilebilir.

İşte bu maymunlaşma ayetini de bu zamanda böyle anlamaya çalıştım, yani belki direkt fiziki anlamda maymunlaşan, hayvana dönen insanlardan söz edemiyoruz ama cesedin ruha hakim olması, kalplerin katılaşıp taş kesilmesi anlamında bir hayvanlaşma, hatta hayvandan da aşağılaşmadan söz edebiliriz.

Tam bu noktada geçenlerde enfeksiyon hastalıkları uzmanı sevgili bir abimle yaptığımız sohbet hatırıma geldi.

Bugünlerde herkesin dünyasını meşgul edegelen H1N1 virüsüyle ilgili sohbet etmiştik biraz. Ondan bana ilginç gelen şu bilgiyi öğrendim: aslında bu virüs yeni bir şey değil, virüs taksonomisinde çoktandır yeri olan adı sanı bilinen, çok önceden H1N1 diye isimlendirilen bir virüs.

Fakat yeni olan şu: virüs normalde, adından da anlaşılacağı gibi, sadece hayvandn hayvana bulaşabilen bir virüs iken, virüsün mutasyona uğrayıp insandan insana bulaşabilecek bir mahiyete bürünmesi.

İşte bu nokta ilginç geldi bana.

İsrailoğullarının toplumsal suçlarına karşılık Cenab-ı Hakk'In verdiği toplumsal bir ceza olan maymunlaşma misali, günümüz insanının cesedini ruhuna ve kalbine hakim kılması neticesinde belki de son yüzyılda böyle ilginç mutasyonlarla toplumsal bir mesaj verilmek isteniyor gibi hissettim.

Kuş gribinde de aynısı olmuş, normalde sadece kuşlardan kuşlara geçebilen bir hastalık iken insandan insana geçme özelliğini kazanmış virüs.

Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

Bence düşünmeye değer bir nokta.

Bütün hayvanlaştırma çabalarına karşı yeniden toplumsal bir insaniyet hareketine ne dersiniz?

10 Kasım 2009 Salı

Yeryüzü Doktorları '09 Kurban Kampanyası



Yeryüzü Doktorları 5 senedir olduğu gibi bu sene de Afrika'da kesilmek üzere kurbanlarınızı kabul ediyor.

Bu seneki kurban bedeli 100 USD/150 TL olarak belirlendi.
Vekaletlerinizi vermek için son tarih 28 Kasım, yani Kurban Bayramı'nın 2. günü.

Yeryüzü Doktorları aracılığıyla vacip kurbanlarınızı kestirebileceğiniz gibi adak ve diğer nafile kurbanlarınızı da Kara Kıta'ya gönderebilirsiniz.

Afrika'da görülen hemen her hastalığın altında açlığın yattığı düşünülürse, kurbanlarınızın sadece muhtaç insanları doyurmakla kalmayıp, açlığa dayalı hastalıklardan da korunmalarına vesile olacağını unutmayınız.

Ayrıntılı bilgi için: www.yeryuzudoktorlari.org

Kurbana erip, O'na yaklaşmak duasıyla...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Taner Yüncüoğlu'ndan Yağmur

Yeryüzünün Umudu



Yeryüzünün Umudu: Yeryüzü Doktorları

2000 yılında İngiltere’de Doctors Worldwide ismiyle kuruldu Yeryüzü Doktorları Derneği. Misyonunu 3 aşamalı olarak tanımlamıştı: AKUT dönemi acil sağlık yardımları, sonrasında önleyici sağlık hizmetleri, ve son olarak da sağlıkta kalıcı ve sürdürülebilir iyileşme sağlamaya yönelik rehabilitasyon ve eğitim hizmetleri.
9 sene boyunca 4 kıtada 23 ülkede bu misyonu yerine getirmeye çalıştı Yeryüzü Doktorları. Tsunami felaketinden sonra akut hizmetleri için Aceh’deydi, Endonezya’daydı. Bombalar altındaki Lübnan ve Filistin’deydi. Fakirliğin ve dolayısıyla sağlık yardımına ihtiyacın sürekli olduğu Kara Kıta’nın sürekli yanında oldu: Nijer’de, Kongo’da, Kenya’da…

2004 yılında Türkiye şubesi açılınca, derneğin faaliyetleri daha da hız kazanmaya başladı.

Din, dil, etnisite ayrımı yapmaksızın her zaman muhtaçların yanında oldu Yeryüzü Doktorları. Yardım yapmada tek kriterleri ihtiyacın ölçüsü oldu hep.

İnsanlığının gereğini yerine getirmek endişesiyle yanıp tutuşan gönüllü doktorlarıyla, hemşireleriyle, teknisyenleriyle hep bir yaraya merhem olmak, bir insanı daha acılarından kurtarmak, onların ıstıraplarına ve sonrasında sevinçlerine ortak olmak amacıyla hareket etti hep Yeryüzü Doktorları.

En büyük sermayesi gönüllülerinin gönülleri olan Yeryüzü Doktorları, neredeyse bütün faaliyetlerini hep onların yardımlarıyla gerçekleştirdi.
Halen sürdürülmekte olan projelerden birkaç örnek:

1. Filistin Gülümseyen Çocuklar Projesi: Filistin’in Batı Şeria bölgesinde dudak-damak yarığı vakalarının çok sıklıkla görülmesine karşın bölgede bir tek dahi plastik cerrahın olmaması nedeniyle birçok insan hayatı boyunca bu hastalıkla yaşamak zorundaydı. Durumu değerlendiren Yeryüzü Doktorları periyodik olarak yılda 2 defa plastik cerrahi ekipleri göndererek Filistinli çocuklara umut oldu, yüzlerce hastayı iyileştirdi.

2. Nijer Umut Menekşeleri Projesi: Çocuk yaşta evlenmek ve anne olmak zorunda bırakılan Nijerli küçük annelerin umudu oldu Yeryüzü Doktorları. Obstetrik fistül hastalığıyla yüz yüze gelen genç annelerin gönderilen jinekoloji ekipleriyle sağlıklarına kavuşması sağlanmakla kalmayıp, toplumdan soyutlanmalarının da önüne geçilmiş oldu. Ayrıca soruna yerel kaynaklarla kalıcı bir çözüm sağlanabilmesi için bir Fistül Hastanesinin temelleri atıldı, hastane neredeyse tamamlanmak üzere.

3. Nijer Göz Nuru Projeleri: Toplumda çoğunluğun en az bir gözünün katarakt ile perdeli olduğu Nijer’de binlerce insanın gözlerinin dünyaya, hayata, ışığa ve umuda açılması sağlandı bölgeye defalarca giden gönüllü göz uzmanlarınca.
Bu ve benzeri daha nice projeleri hayata geçiren Yeryüzü Doktorları, “Orada ve Her Yerde” yeryüzüne umut olmaya devam ediyor.

[Avrupa Sağlık Dergisi için yazılan tanıtım yazısıdır.]

2 Kasım 2009 Pazartesi

Belaya "Belâ" Diyebilmek...



Bugün okuduğum bir cümle beni derinden etkiledi.
Duanın ehemmiyetini anlattığını bir risalesinde Üstad'ın, [Risale-i Nur'Un belki bir anlamda ilk eseri denebilecek, Nur'un İlk Kapısı isimli eserinde Bediüzzaman'ın]duaya her halükarda cevap verildiğinin, fakat bunun her daim kabul suretinde görünmediğini açıkladıktan sonra şu cümleyi söylemiş Bediüzzaman:

"Belki de o beliyyeler o duaları söylettirmek içindir."

İşte bu cümle beni derinden etkiledi.

Düşünsenize, her başımıza gelene bu gözle bakabilsek nice olurdu hayatımız?
Depresyondan, stresten bahsedebilir miydik? Ya da kimi batılı filozofların içine düştüğü absurdlük algısı uğrar mıydı semtimize?

Bu nazarla bakıldığında, veba da O'na duanın, Rahmeti Sonsuz'a sığınmanın bir vesilesi olur, H1N1 virüsü de.

Taha Suresi'nin başında buyrulduğu gibi[Taha:2], Cenab-ı Hakk kulunun müşkil duruma düşmesini istemez, ona abesiyet duygusu vermek istemez, abes iş yapmaz. Hakim-i Rahim olan Allah, Kur'anını kuluna O'nu müşkil duruma sokmak, şikayet sebebi olabilecek durumlara düçar kılmak, O'nu bedbaht etmek için indirmediği gibi, Kudret kitabı olan kainatı ve içinde yaşadığımız hayatı, ve bu hayatta karşımıza çıkan irili ufaklı bütün hadiseleri, ki bunlar da Cenab-ı Hakk'ın kevni ayetleridir, de biz kullarını zor duruma düşürmek için yaratmıyor. Nasıl ki Kur'an insana diriltici ayetleriyle hidayet yolunu gösteriyor, bütün dertlerine rahmetli bir şifa kaynağı oluyor, aynen öyle de kainat ve içinde yaşanan hadisat da insana hidayet rehberleri, ve rahmet hazinesi şifa kaynakları oluyor.

İşt bu nazarla bakarsak bela dediğimiz şeylerin aslında bizden elest bezminde dediğimiz gibi "belâ" cevabı bekleyen ilahi davetler olduğunu görür, davete duayla icabet eder, belâ der O'na sığınırız.

28 Ekim 2009 Çarşamba

hikmet, daima...



Ebu Hafs Haddad[h.3.asır]

Humma ölümün habercisi olduğu gibi günahlar da küfrün habercisidir.

Bediüzzaman Said Nursi[h.14.asır]

Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

Yusuf b. Hüseyn[h.3.asır]

Allah'ın huzuruna zerre kadar yapmacık hareketle çıkmaktansa, bütün günahları sırtımda taşıyarak çıkmayı tercih ederim.

Bediüzzaman Said Nursi[h.14.asır]

Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.

Şibli[h.3.asır]

Şükür nimette nimet vereni görmektir.

Bediüzzaman Said Nursi[h.14.asır]

Şükür nimette in'amı görmek demektir.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Rabbiyle Konuşmayan Kendisiyle Konuşur




Bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi, son zamanlarda İstanbul'un muhtelif yerlerinde, çok çeşitli insan sınıfları arasında kendi kendine konuşan insanları görüyorum hayret ve tedirginlikle.

Evet kimi zaman doğrudan -af buyurun- "deli" tabir edilen oluyor bunlar.
Fakat bana ilginç gelen, son zamanlarda bunların dışında, kendi kendine konuşan bir insan sınıfının türemiş olması.

Çoğu zaman acaba ben mi yanılıyorum diye defalarca gözlerimi ve kulaklarımızı dört açıp baktığım oluyor bu insanlara. Takım elbiseli, kravatlı, elinde şık bir laptop çantasıyla, son derecede şık bir insanı kendi kendine konuşurken görebiliyorsunuz örneğin. Bluetooth kulaklığının görünmeyenini icad etmedilerse hala, emin olun o insanlar kendileriyle konuşuyorlardı.

Son birkaç senedir bu mesele dikkatimi çektiği için hep insanları gözlemeye çalışıyorum, acaba kendi kendilerine konuşuyorlar mı diye. Ve işte son vardığım tahmin, diyeyim hüküm ağır olabilir, kendi kendine konuşan fakat bilinen anlamda "deli" olmayan hatırı sayılır bir zümrenin türediğidir.

Bunun neden olabileceğini düşünürken aklıma ilk şunlar geldi. Yine Üstad'dan ilham ile, diyor ki Üstad bir yerde:

"Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp Elhamdü lillâhi Rabbi'l-Âlemîn der."

İşte buradan hareketle, insan eğer her şeyin anahtarı, her şeyin dizgini elinde olan rahmeti, kudreti, şefkati, ilmi sonsuz olan Rabbiyle konuşmazsa, sorunlarının çözümünü kendi nefsinde arıyor. Kendi kendine konuşmaya başlıyor. Hatta belki kendi kendine dua ediyor. Kişisel gelişim hikayelerinin de ivme kazandırdığı kendi kendini motive etme, kendi kendine telkin metodları filan da insanın bir anlamda kendi nefsine dua etmesi olarak anlaşılabilir.

Duanın çok kritik bir kulluk şiarı olduğunu bir kez düşündürdü bana bu kendi kendine konuşan insanlar topluluğu.

Cenab-ı Hakk buyuruyor ya: "qul ma ye'abeu bikum Rabbî levlâ duâukum", duanız olmasa Rabbiniz size neden ehemmiyet versin, ya da duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?

İşte derdlerimizin dermanı bu ayette. Ehemmiyetsiz varlıklar olmak istemiyorsak, kendi kendine konuşan bir varlık olmak istemiyorsak, dua edeceğimiz merciyi iyi seçmemiz gerekiyor.

Hasıl-ı kelam, Rabbiyle konuşmayan kendisiyle konuşuyor, Rabbine dua etmeyen kendine dua ediyor; kendi kendine yazık ediyor.

Ebedî Namazlar



"Es-salatu ımâdu'd-dîn". Namaz dinin direğidir.(Tirmizi, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:76.)

"...namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibka eder." [4.Söz'den]

Namazda öyle bir ruh var ki insanın diğer mubah dünyevî amellerini de ibadet hükmüne geçiriyor.

Yani namaz insanın bütün bir hayatını, zamanının tümünü onarıyor, her dem yeniden inşa ediyor.

Namaz insanın diğer amellerine kendi ruhundan üflediği gibi, diğer ameller de, namazın ruhuna tesir eder, onu besler. Aynen iman ve islam, iman ve amel-i salih arasındaki ilişki gibi. Arada çok boyutlu karşılıklı bir ilişki var.

İşte bu da yukarıda Üstad'dan alıntıladığım cümlede Üstad'ın da kayıt düştüğü üzere, güzel bir niyet ile mümkün olur ancak.

Güzel bir niyet de ihlasla, amelde rıza-yı ilahiyi gözetmekledir.

Buradan şu sonuca varabiliriz; eğer namazın da farzlarından biri olan niyetimizi sağlam tutarsak namazlarımız hiç bitmez inşaallah, yukarıda Üstad'ın da dediği gibi, "bir cihette ibkâ olur", ebedileşir namazlarımız.

Ebedî namazlara...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Kalplerin Zikri Muhabbetullahtır




Çoğumuz duyarız bu ayetin iktibas edildiğini muhtelif zaman ve zeminlerde:

الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Ra'd suresinin 28. ayetidir bu.
Özellikle de "ela bizikrillahi tatmeinn'ul-qulûb" kısmını duyarız çoğunlukla.

Bir kere öncelikle ayet kalbi tatminin ilk şartının iman olduğunu ortaya koyar: "onlar ki iman ederler ve Allah'ın zikriyle kalpleri tatmin bulur"

Aradaki "ve" edatı cümleciklerin iki taraf arasında bir ilişkinin olduğunu gösterir, aynen "âmenû ve amilussâlihât"ta olduğu gibi.

Nasıl amel-i salihin olmaması, ya da görünmemesi imanın yokluğuna delalet etmez, aynen öyle de kalbi tatminin olmaması da imanın olmadığını göstermez. Sadece arada sıkı bir ilişki olduğunu gösterir, iman olmadan amel-i salihin salih olmayacağını, ve yine iman olmadan kalplerin tatmin bulmyacağını gösterir.

Ayetin daha çok alıntılanan ve sürekli zikredilen ikinci kısmıyla ilgili ise şu nokta aklıma geliyor.

Kalplerin tatmini, itmi'nana ermesi ancak ve ancak iman üzerine bina edilmiş bir zikir iledir diye anlıyoruz ayet-i kerimeden.

İman kalbin bir amelidir, kalbî bir ameldir. Ve ayette kalbî bir amel üzerine bina edilen bir zikirden bahsediliyor.

İşte bu zikir de kalbî bir ameldir aslında. Kalbî olan iman, yine kalbî olan zikirle taçlanır ve kalp itmi'nana erer.

Peki bu "kalplerin zikri" nedir?

Benim anladığım en geniş manasıyla "muhabbetullah"tır.
Aklın zikri marifetullah, kalbin zikri ise muhabbetullahtır. Bunların beraberce kişiyi donatmasıyla, kalp sarayı mamur olur, itmi'nana, bir anlamda "lezzet-i ruhaniyeye" kavuşur.

18 Ekim 2009 Pazar



"Men câe bilhaseneti feminallah, ve men câe bisseyyieti feminnefsik"

Bunu tersinden de okuyabiliriz.

Neyi ki Allah'tan bilirsin, o hasene olur hakkında.
Neyi ki kendinden bilirsin, o seyyie olur hakkında.


Bütün düğüm aslında kişinin nazarında.
Nazarında şer olan, seyyie olan ancak şer ve seyyie oluyor, bu da sadece ve sadece onun nefsinden kaynaklanıyor.

Nazarında hayr olan, hasene olan ise hakikat-i halde de zaten hayr ve hasene olduğu için aslında olanı görmüş oluyor ve bu da ancak ve ancak Alemler Rabbi'nden kaynaklanıyor.

13 Ekim 2009 Salı

Ananas Ayeti



Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler de Kur'anın mislini yapmaya çalışsalar, değil Kur'anın, bir ayetin dahi mislini getiremeyeceklerini söylüyor Alemler Rabbi, Kitabında.

Nasıl kitabi bir ayetin dahi benzerini getiremeyeceklerse inkarcılar, kevni ayetlerin dahi benzerini asla getiremeyecekler.

İşte ananas ayeti!

Diyelim ananas meyvesi yaratılmamış olsaydı, dünyanın bütün mahir ressamları bir araya toplansaydı ve bütün maharetlerini, "creativity"lerini dökselerdi tablolarına, acaba mislini, bir benzerini çizebilirler miydi ananasın?

Tadını, besleyiciliğini, muhtevasını bir yana koyduk, sadece tahayyüllerde oluşacak olan imajını dahi yapamazlardı.

Ananas'ın Rabbine sonsuz hamdler olsun...


Bakara Suresi

23-24.

وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

23.Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).

24.Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kafirler için hazırlanmıştır.

İsra Suresi

88.

قُل لَّئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَـذَا الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْلِبَعْضٍ ظَهِيرًا

De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.”

Kafka'ya Nazire: Aforizmalar


Sürekli "Bence" demesi kibrinden değil, tevazuundan.
Çünkü söylediğinin indî bir mülahaza olduğunu,
hakikat-i mahz olamayacağını düşünüyor.
Bu böyledir, demiyor; bence diye kayıt düşüyor.

Mevhûm kerîm ve El-Kerîm



يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ

"Ya eyyuhe'l-insanu ma ğarrake bi Rabbike'l-Kerîm"

İnsan Kerîm Rabbini unuttu.
Çünkü kendini kerîm sandı, El-Kerîm'i unuttu.

Bunu şöyle de okuyabiliriz;

"Ya eyyuhe'l-insanu ma ğarrake bi Rabbike'l-Ğaniyy" ya da
"Ya eyyuhe'l-insanu ma ğarrake bi Rabbike'r-Rezzâq" veya
"Ya eyyuhe'l-insanu ma ğarrake bi Rabbike'r-Rahim" ilâahir...

İnsan ne zamanki enesinde Kerem, Rahmet, Rızık vericilik, Ğına vehmetti;
işte o zaman Kerîm, Rahîm, Rezzâk, Ğaniyy Rabbini unuttu.

22 Eylül 2009 Salı

Bayram Olmasaydı...



İyd-i Fıtr, Fıtrat Bayramı Olmasaydı

Rabb-i Rahimimiz bize bayram nimetini vermeseydi, bayramı farklı bir zaman dilimi olarak yaratmasaydı herhalde Ramazan'ın gidişine dayanamazdık.

Ramazan'ın gidişinin hüznünü biraz olsun hafifletiyor bayram.

Şükürler olsun Ramazan'ın ve bayramın Rabbine...

Şükürler olsun Rabbimize...

Bayramınız mubarek olsun...

Hastalık Şifanın Ta Kendisidir




HASTALIĞIN GETİRDİĞİ DEVALAR

[Çok sevgili bir doktor abimiz tarafından hazırlanmıştır.]

Alttaki dokuz deva ,Hastalar Risalesi (Yirmi beşinci Lem’a) esas alınarak tüm hastalar için hazırlanmıştır.
“Zahmetsiz rahmet olmaz” sözü, Müslüman zihinlerin kitâb-ı kerimden imbiklediği ve çağların tecrübe birikimine hakkıyla eklediği bir hikmetli sözdür. Açlık, yokluk, hastalık ve ölümlerle imtihandan ibaret olsa da hayat; aslolan, her şeyin maksadı olan, rahmettir. Çünkü “her zorlukla beraber kolaylık vardır” ilahi kaidesince sabreden; yokuşun inişini, acıların dinişini, şer gibi görünen suretler içinde hayrın tecelli edişini görecektir.
Sabreden, Allah’a ait olduğunu bilen muradına erecektir, Allah’ın muradını görecektir. Sabreden sabrının meyvesini bire yüz, bire yedi yüz devşirecek; hastalığın şifa, acının lezzet, ayrılığın kavuşma, yitirmenin kazanma olduğunun sırrına erecek, musibeti tekâmülüne basamak edinecektir.
Dünya hayatına her türlü boşunalık ve amaçsızlıktan arınmış, yaratılış hikmetine uygun bir anlam yüklemeyi başarabilmiş olanlar iman nimetine ermiş olanlardır. İman kalbinde yerleşmiş olanlar için hayat, Allah’ın rahmet meyvelerini toplama, harmanlama mevsiminden ibarettir. Velev ki hastalıklara, musibetlere düçâr da olsalar…

HASTALIĞIN FAYDALARI

1. HASTALIK HEM SERMAYEYİ HEM KÂRI ARTIRIR

Ömür her geçen gün tükenen bir sermayedir. Rahatlık içinde nasıl geçtiği bile anlaşılmadan hızla akıp giden zaman, hastalık sayesinde yavaşlar; adeta uzar. Hastalık, ömrün meyve vermeden geçip gitmesine engel olur. Hastalığa sabreden kişi, azalan sermayesi ile sınırsız kârlı yatırım fırsatı elde eden kişi gibidir.

2. HASTALIĞA BİR DAKİKA SABRETMEK, BİR SAAT İBADET ETMEK GİBİDİR

Namaz, zekât, oruç, hac aktif ibadetlerden, hastalığa ve musibetlere sabır da pasif ibadetlerdendir. Hastalık insanın acziyetini fark etmesine neden olur, sonsuz rahmet sahibi Yaratıcı’ya daha çok sığınmaya vesile olur. Hasta insan dilinden duayı düşürmez olur. İşte bu hâlis yakarışlar, dualar; hastalığın sıkıntılarına sabır ve şükürle katlanan kişinin bir dakikasını bir saat ibadete denk bir mertebeye çıkarır. Hasta, eğer sabır ve şükrü bırakmazsa, yattığı yerden cenneti kazandıracak salih amellere ulaşabilir.

3. HASTALIK TEŞEKKÜRÜ HAK EDEN BİR UYARICIDIR

Hastalanan insan, çektiği sıkıntıların ikazıyla bu dünyaya yalnızca güzel yaşamak, rahat içinde bir ömür geçirmek için gelmediğini anlar.
Hastalık; sağlıklı ve neşeyle geçen günlerin unutturduğu ahiret sorumluluğunu insana hatırlatır. Onu gaflet uykusundan uyandırır, ömür sermayesinin gündelik dertler ve geçici hevesler uğrunda heba edilmemesi için hastalık insanı ikaz eder: “Kendine gel, gözünü aç, sağlığın gibi ömrün de kalıcı değil, elinden kayıp gidiyor. Sen başıboş değilsin. Seni Yaratan’a döneceğin gün için hazır mısın?” der hal diliyle.

4. HASTALIK BEDENİN ASIL SAHİBİNİ HATIRLATIR İNSANA

Düşünün ki çok zengin ve maharetli bir tasarımcı, eşsiz sanatını göstermek için harikulade bir elbise hazırlasın. Modellik yapması için de ücret karşılığında fakir bir adama o elbiseyi giydirsin. Sonra elbiseye rötuşlar yaparken elbiseyi gerektiği zaman kessin, biçsin, uzatsın, kısaltsın. Acaba ücret karşılığı modellik yapan fakir adamın itiraz etmeye ya da tasarımcıya akıl vermeye hakkı var mıdır?
Elbette yoktur. Şimdi kendimizi düşünelim. Biz de harika bir sanatkâr için modellik yapmıyor muyuz bu dünyada? Bu güzel vücud elbisesini hazır bulmadık mı üzerimize giymek için? O halde Allah’ın bedenimiz üzerindeki makas darbeleri bizi üzmemeli. Bedenin asıl sahibi O’dur çünkü. Bu makas darbeleriyle muhakkak bildirmek istediği bir hakikat ve hikmet vardır. Ancak bunlara sabredenlerin fark edebileceği bir hikmet…
Eğer açlık olmasaydı Allah’ı tam Rezzak olarak tanıyamazdık. Hastalıklar da olmazsa, O’nun Şâfi olduğunu tam anlayamayız, O’nun şifa vericiliğinin sıcaklığını kalbimizde hissedemeyiz.
Her şeyin birbiriyle ilişki içerisinde olduğu şu dünyada meydana gelen her olay gibi hastalıklar ve musibetler de perde arkasındaki sonsuz ilim, hikmet ve rahmetle ilişki içerisindedirler, onlara işaret ederler. Hastalık da sağlık da doktor da ilaç da aynı kaynaktan gelir. Hepsi de aracı oldukları sonsuz kudret ve hikmeti gösteren işaretlerden ibarettir.

5. HASTALIK GÜNAHLARI DÖKER, İNSANI TEMİZLER

Meyveli bir ağacı salladığınızda meyveleri nasıl dökülüyorsa, iman sahibi bir hasta da ateş veya acı nedeniyle titrediğinde günahların yükleri üzerinden öylece dökülür.
Asıl hastalık, ahiret için hazırlık yapmayan, Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olmayan, günahlarını önemsemeyen insanın hastalığıdır. Hayata iman penceresinden bakmayanlar, sürekli yaralar alır hayattan. Kaybedilen, yarım kalan her şey ve en çok da ölüm düşüncesi yaralı ruhları bitmek bilmez bir telaş, bir tedirginlik ve güvensizlik içinde bırakır. İşte bu “asıl hastalığının” acılarını unutmak isteyen gafil kimsenin eğlence ile oyalanıp kendini sarhoşluğa vurmaktan başka çaresi yoktur. Susuz kalmış bir insanın tıka basa tuzlu su içip daha fazla yanması gibi insanın kendini sarhoşluğa vurması da acısını artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Oysa hastalık mümin için günahlardan arınma vesilesidir. Ölüm ise, hayat mesaisinden paydos, ömür askerliğinden bir terhis teskeresidir. Esas vatanımıza ve bizden evvel oraya göçmüş sevdiklerimize kavuşma heyecanıdır.
Dünya zindanından cennet bahçelerine bir davettir bizim için ölüm. Bir hastalığın varabileceği en kötü son olarak görülen ölüm, aslında işte böyle güzel bir nimettir. Hastalık ve ölüm, görünüşte çok zahmetli görünse de hakikatte rahmettir, sonsuz rahmetin habercisidir.

6. HASTALIK MÜMİNİN DERECESİNİ YÜKSELTİR

En güzel örneğini Hazret-i Eyyub [as]da göreceğimiz gibi, bütün peygamberlerin ve Allah’ın en sevgili kullarının hayatları sıkıntılar içinde, hastalıklar ve musibetlerle geçmiştir. Eğer hastalık güzel olmasaydı Allah en fazla hastalığı en sevdiği kullarına vermezdi.
Hastalığından şikâyet eden kimse, bu güzel kullar kafilesine katılmak için sabretmeli, haline her daim şükretmelidir. Güzel bir sabırla karşılanan hastalık ölümle sonuçlanırsa umulur ki o sabırlı hasta şehadet mertebesine ermiştir.

7. HASTALIK HAYATTAN ALINAN LEZZETİ ARTIRIR

Hastaya “geçmiş olsun” denir ve geçer gider hastalık. Geriye sadece “ne sıkıntılı günlerdi, geçti gitti” diye bahsi kalır. Bu acılı günlerin geride kalması insana ancak lezzet verir. Her şeyin zıddıyla bilindiği bu dünyada acı olmasa neşe de olmazdı.
Hastalığın gidişi, afiyetin gelişi içindir. Hastalık vazifesini bitirince kendiliğinden gidecek, sabredin, hiç endişe etmeyin. Emin olun hastalık her şeyden aldığınız lezzeti değiştirecek, hayattan aldığınız lezzeti artıracaktır.

8. HASTALIK DOSTLUKLARI PEKİŞTİRİR

Hastalık, şefkat ve yardım hislerinin iyice uyanmasına, unutulan dostların hatırlanıp ziyaret edilmesine, vefanın ve paylaşımın tüm güzelliğiyle hastalanan kişi etrafında sevgi haleleri oluşturmasına vesile olur.

9. HASTALIK SAĞLIĞIN TA KENDİSİDİR

Hastalığın verdiği mesajı alarak gafletten uyanan, şimdiki halini ve geleceğini düşünüp adeta kabri ve ötesini gözüyle görür hale gelen bir hasta için hastalık, hayat defterinde bembeyaz bir sayfanın açılmasıdır, insanın hayatındaki her şeyin yenilenmesidir. Hayatın bize sunacağı yeni rüzgârlara hastalıktan devşirilen “hikmet” ile sağlığın kıymetini, dünyanın geçiciliğini anlamış olarak yelken açmak hasta için büyük bir kazançtır.

İyi ki varsın hastalık. Hoş geldin. Seni bana Allah gönderdi. Allah’ın kullarına karşı şefkati annelerin yavrularına karşı şefkatinden çok daha fazla olduğuna göre, çünkü şefkati yaratan O olduğuna göre, hastalığı gönderdiği gibi şifayı da sabrı da mutlaka gönderecektir.

Buyur hastalık, vazifeni yap, ben de vazifemi yapacağım, tedavi olacağım ve sana sabredeceğim. Sabrettikçe Allah’a yaklaşacağım.
Ben zaten O’ndan geldim ve O’na dönüyorum.
Sen benim merdivenim olacaksın.

“Allah’ım kalbimi sevginde sabit kıl, üzerime sabır yağdır ve beni günahımdan arındır”
Âmin.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

SEÇİLMİŞLİK





Seçilmişlik çoğu zaman kafamı karıştıran bir kavram olmuştur. Yumurta‐tavuk hikâyesi gibi, acaba hangisi önce gelir diye sormuşumdur kendime; seçilmek mi, seçilmeyi netice verecek iman‐ihlâs‐ihsan mertebelerine ulaşmak mı?

Yoksa seçilmiş olmak için hiçbir sebebe ihtiyaç yok mudur? Her şeyi ilm‐i ezelisiyle bilip muhkem bir kader ile takdir eden Kadir‐i Âlim, hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan mı seçer seçtiğini? Bir ol demesiyle kâinatı var eden ve sürekli kâinatı yoktan var etmeye devam eden Hayy‐u Kayyum seçmesini neye bağlamıştır, sadece kudretiyle tasarrufta bulunup da mı seçer seçtiğini?

Bu sorular yedeğimde, Mucizat‐ı Ahmediye’yi okurken bir cümle ilişti gözüme. Bediüzzaman şöyle diyordu bir yerde:

“Hem madem nev’‐i beşerde nübüvvet vardır.[ilh]" (Mucizat-ı Ahmediye, İkinci Nükteli İşaret)

Seçilmişlik dendiğinde belki ilk akla gelecek olan peygamberleridir Cenab‐ı Hakk’ın. Rabb‐ı Rahim, onları kulları arasından, rasuller olarak seçmiş ve insanlığa göndermiştir kendisini en güzel şekilde anlatmaları için yeryüzünde.
İşte Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümlesi benim için seçilmişlik meselesini anlamada, özellikle de nebilerin bütün bir insanlık arasından seçilmesini anlamada ufuk açıcı oldu.

Risale‐i Nur’un bütününde ince ince işlenen Esma‐i Hüsna talimlerinden öğrendiğimiz şuydu: insan küçük bir kâinattı, kâinat da büyük bir insan. Yani kâinatta Cenâb‐ı Hakkın hangi esması tecelli ediyorsa insanda da eksiksiz tecelli ediyordu. İnsan en külli ayine idi Rabbine, işte önce bu anlamda seçilmişti insan bütün bir mahlûkat arasından.

İnsan nevi içinde ise nebiler vardı en güzel seçilmişler kafilesi olarak, insanlığın yüz akları olarak. İşte onları da seçilmiş yapan, bu esmâ‐i hüsnâya ayine olma dereceleriydi. Biz yine Risale‐i Nurun talimiyle biliyorduk ki Efendimiz aleyhissalatuvesselam her bir ism‐i ilahiye azam derecede mazhardı.

Peki, bu fark neden kaynaklanıyordu?

Bu noktada da bir diğer kilit risale olan Kader Risalesi imdadımıza yetişecekti. İlm‐i ezeli, maluma tabi idi. Yani kader ile cüz’î cüz‐ü irade arasında öyle mükemmel bir denge vardı ki adaletsizlikten, eksiklikten ya da fazlalıktan söz etmek mümkün değildi kâinatta. Her şey kader ile takdir olunmuştu, ancak cüz’i iradenin sarfı şartı koşulmuştu, kader cüz’i irade ile külli iradenin mubaşeretiydi bir anlamda, mukarenetiydi.

Seçilmişlik işte bu yüzden salt bir seçilmişlik değildi, Cenab‐ı Hakk’In ilim, irade, kudret sıfatlarıyla beraber hikmet sıfatı da seçme şuununda beraber tecelli edeceklerdi. Yani seçilmiş olmanın bir hikmeti olacaktı, o da cüz’i iradenin sarfı idi. Aynı iman nimetinde olduğu gibi.

Bediüzzaman’ın topyekûn bir İman Risalesi olarak nitelendirebileceğimiz eseri Risale‐i Nur külliyatında, imanın tanımı olarak Sad‐ı Taftazani’nin tanımını kullanması bu sebeptendi. Taftazani diyordu ki: “İman cüz’i iradenin sarfından sonra kalbe ilkâ edilen bir nurdur”. Evet, iman nurani bir şeydi, bir vergiydi, her şeyin olduğu gibi. Fakat Hakîm olan Rabb‐ı Rahim cüz’i iradeyi selbetmiyordu iman konusunda. Hâşâ, bir adaletsizlikten bahsedilemezdi işte bu sebepten.

Bu verilmişlik, bu seçilmişlik, ne iman nimetinin kıymetini azaltırdı, ne de insanın cüz’i iradesinin değerini.

Yukarıda alıntıladığım cümle sanki bütün bunların bir özeti gibi çıkmıştı karşıma. Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olarak insan nevinin her bir ferdinde esma‐i ilahiye cilveleniyordu, işte bu sebepten aslında bütün insanlarda nübüvvet cevheri vardı, “nev’‐i beşerde nübüvvet vardı” Bediüzzaman’ın ifadesiyle. Fakat bunu bilkuvveden bilfiile, potansiyelden kinetiğe dönüştürmek, insanın o kendisinde tecelli eden esma‐i ilahiyeye ne derce parlak bir ayine olmaya çalışmasına bakıyordu. Sırr‐ı imtihanın iktizası bu idi. Dar’ul‐hikmet olan bu dünyanın sünnetullahı, kanunu, fıtratı bu idi. Her şey bir hikmete mebni idi. Cenab‐ı Hakk Hâkim olduğu gibi Hakîm idi aynı zamanda, asla abes iş yapmazdı. Adildi, adaletsiz olabilecek bir “seçilmişlik” O’nun Adl sıfatıyla uyuşmazdı.

Bu sırdandır ki Efendimiz’in ümmetinin âlimleri, Beni İsrail’in peygamberleri gibi olabiliyordu.

Bu sırdandır ki Bediüzzaman Risale‐i Nur mesleğini Veraset‐i Nübüvvet çizgisinin devamı, nübüvvet mesleğinin takipçisi olarak konumlandırıyordu.

Efendimiz’i “Efendimiz” yapan işte bu sır idi: o Esma‐i Hüsnaya en güzel ayine olması. Bunu anlamak, hem Efendimiz aleyhissalatuvesselam’a olan sevgi ve hürmetimizi artıracaktır, hem de O’nun yolunda daha güzel kullar olabilmek için bize şevk verecek olan ümidimizi.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

İsm-i Âzam

Bugünlerde ism-i âzamı düşünürken çoğu evliyâ ve asfiyânın kendilerince bir ism-i âzam tanıdıkları; meselâ Hazret-i Ali’nin [r.a] başka bir ismi, Şâh-ı Geylânî’nin [k.s] başka bir ism-i ilâhîyi, müceddid-i elf-i sâni İmâm-ı Rabbânî’nin [k.s] yine başka bir ismi, ism-i âzam ittihâz ettikleri hatırıma geldi.
Ayrıca Bediüzzaman’ın Esmâ-i Sitte [30.Lem'a] risalesinde Hayy ve Kayyûm ism-i ilâhîlerine daha çok vurgu yaptığı; bu iki isimden de, kanaat-i acizânemce, Kayyûm ismini ism-i âzam olarak gördüğünü hatırladım.
Burada şunu önemli bir nokta olarak addettim: bu kadar büyük zâtlar bu mühim meselede ihtilâfa düşmüşlerdi. Eğer birinin dediği doğru ise sadece, diğerleri yanlış olacaktı.
El-hâsıl, buradan tâlî olarak şunu anladım ki nasıl Allah insanın hayatında eceli, dünyanın ömründe kıyâmeti gizlemişse ve eğer O bildirmezse Peygamber Efendimiz [a.s] dahi bilmiyorsa; aynen öyle de Esmâ-i İlâhiye içinde de ism-i âzamı saklamış. Bildirmediği için de insanlar kesin olarak bilememişler.
İşte tam da bu noktada önemli bir meselenin ortaya çıktığını düşünüyorum. Nasıl ki Allah’ın eceli, kıyamet vaktini gizli tutması insan için büyük bir rahmet, pek latif bir nimetse, aynen öyle de ism-i âzamı da esmâ-i hüsnâsının içinde saklaması insanlar için pek büyük bir ihsan, pek güzel bir iltifattır diye düşünmeye başladım.
Zira eğer ism-i âzam bildirilseydi; insanların onu aramak, ona âzamî derecede mazhar olmak, onunla Allah’a duâ ve tazarrûda bulunmak gibi bir sa'y-u gayretleri olmayacaktı.
Böylece, ism-i âzam bildirilmeyerek insanlar mârifetullaha teşvik edilmiş oluyordu. Hem neticede, işte bu nokta çok önemli geliyor bana, eğer onu arayan kişi yanlış neticeye ulaşsa dahi -ki doğrusu bilin[e]mediği için yanlışı bilin[e]meyecek!- Allah-u Teâlâ ona, ism-i âzamdan maksûd olan ecri verecektir inşaallah.
İşte aynen insan ömründe ecel, dünya ömründe vakt-i kıyamet, Ramazan ayında leyle-i kadir nasıl saklanmış ise esmâ-i ilâhiye içinde de ism-i âzam gizlenmiş.
Aynı kadir gecesinde olduğu gibi insanlar onu arayıp ondan istifade etmeye teşvik edilmiş. Ve işte aynen kadir gecesinde olduğu gibi neticeye değil gayrete mükâfât verilmiş.
Yani eğer o kendisine âzamî derecede mazhar olunmaya çalışılan isim nefs-ül emirde ism-i âzam olmasa dahi, eğer insan ecrini yalnızca O’ndan umarak o isme parlak bir âyine olmaya çalışırsa, inşaallah Kadir-i Hakîm ona ism-i âzam sevabını verecektir. Yeter ki kul onu arasın ve ondan istifade etmeye gayret etsin.

Rahmanirrahim olan Allah hepimize ism-i âzama âyine olma gayreti versin ve ulaştığımız netice ne olursa olsun ism-i âzamdan matlûp olan ecire eriştirsin, amin amin amin.

Hervele




Aslında bu yazının başlığı “İşler, Yaşlar” olacaktı; hayatın farklı evrelerinde, özellikle gençlik ve ihtiyarlık diye kabaca ayırabileceğimiz iki ana evresinde farklı işlere yoğunlaşılması gereğine ve ihtiyarlık evresinde yapılabilecek işlerin, görülebilecek hizmetlerin ancak ve ancak gençlik evresinde yapılacak hazırlıklarla mümkün olabileceğini anlatan bir yazı olacaktı. Aylardır bekleyen bir dosyaydı bu; yoldaşım, bilgisayarım Muzaffer’in zihninde.

Umre hayatımda birçok şeyi değiştirdiği gibi bu yazının başlığını da değiştirdi. Teşbihler hakikatlere işaret eden sembollerle yapılır çoğu zaman. Ben de Umrede vakıf olduğum ibadetler neye işaret eder diye düşünürken Sa’yin yukarıda bahsettiğim yazının konusu ile ilgili bir hikmeti olabileceği geldi aklıma.

Sa’y sa’ydi, bir amaç uğruna gösterilen gayretti, eneden geçilerek lillah için yapılan her şeydi. Yedi gidiş-geliş buna işaret ediyordu, namütenahiliğine gayretin, Gayretullahın ve onun arzdaki yansıması olan kulların gayretinin. Kulların gayreti sayılabilir cinstendi, yedi ile ifade edilebiliyordu, fakat biliyorduk ki Arap dilinde yedi görülen yerde akla hemen o işin ebedileşmeye namzet bir iş olduğu gelirdi. Kul sınırlı bir gayret sarf ederdi, fakat Rabb’ul-Alemin ebedileştirirdi o işi.
İşte sa’y bu işlere işaretti.

Hayat bir sa’ydi. Aynen hayat gibi, Sa’yde de değişik evreler vardı. Ve aynı hayat gibi durmak yoktu Sa’yde de. Fasılasız sa’y etmek zorundasınız bu dünyada, fasılasız yaşamak…
Bu dünya gibi bir başlangıcı ve bir bitişi vardır Sa’yin de, fakat ebedi alemin çekirdeğini içinde barındırır.

Mu’temir sa’yi kefeniyle yapar. Aynı Bediüzzaman gibi ölümle dost olmuş insanlar gibi; Bediüzzaman kefenim boynumda yaşıyorum derdi ya hep, işte Sa’y bunun bir numunesi gösterdi bana. Allah rızası için yaşamak, sa’y etmek ve ölümü bu sa’yden bir terhis bilmek…

Sa’yin de hayat gibi değişik evreleri var demiştik, evet sa’y kimi zaman Merve’de kimi zaman Safa’da olmaktı. Kimi zaman tepede kimi zaman çukurda olmak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “kâh minare başında, kâh kuyu dibinde olmak”…
Kimi zaman gitmek, kimi zaman gelmekti.
Kimi zaman koşmak, kimi zaman yürümekti.
Ama her daim gayretti.

İşte bu evreler iki noktayı aklıma getirdi. Birincisi; hayatta kimi zaman hadisatın içinde kalıp acil kararlar vermemizi gerektiren durumlar içinde kalabiliyorduk ve kimi zaman da hadiselere yukarıdan bir gözle bakıp daha külli bir perspektiften çıkış yolları bulmamız gerekebiliyordu. Makro ve mikro yaklaşımlar; yerine göre ikisine de ihtiyaç duyabiliyordu insan.

İşte sa’yin kimi zaman tepelerde, kimi zaman düzde yapılması bana bunu hatırlarttı, ve Bediüzzaman’ın minare başı-kuyu dibi benzetmesini biraz daha iyi anlamamı sağladı. Kabz ve bast halleri gibi, ikisi de bir mücahede hali ve kesinlikle birisi diğerinden üstün denilemeyecek haletler. Hatta çoğu zaman inkibaz halleri inbisat hallerinden daha meyvedar dahi olabiliyor, fakat kabz halinin semeredar olması biraz da bast halindeki hazırlığına bakıyordu insanın.

İşte tam da bu noktada “hervele” kavramı devreye giriyor, sa’yin bir dönemecini teşkil eden hervele hali. Sözlük anlamı koşuşturmak hervelenin. Ve mu’temir Hazret-i Hacer’in koşuşturduğu noktalar arasında onun halet-i ruhiyesine bürünebilmek için koşturuyor, Rabb’ine, umuda, zemzeme…

Hervelenin belirli noktalar arasında olması düşündürdü beni ilkin, baştan sona bir koşuş değildi bu. Sadece belli bir döneminde sa’y yolunun, koşuluyordu; aynen hayat gibi.
Ve bu bölge, bütün sa’y yolunun sadece küçük bir parçasıydı. Bu da ikinci noktaydı düşündüğüm. Tam da bu noktada muhterem Metin Karabaşoğlu’na borçlu olduğumuz bir araştırmanın sonucu takıldı kafama; Efendimiz aleyhissalatuvesselam’ın koşuşturması diyebileceğimiz seferleri geldi aklıma.
Hani birçoğumuz için siyer-i nebi dendiğinde belki aklına ilk gelen şey; Bedir, Uhud, Hendek muharebeleri…
Peki, bunlar 23 senelik ömr-ü nebevide ve 63 senelik ömr-ü Muhammedide ne kadarlık bir yekûn teşkil ediyordu. Metin Karabaşoğlu bu soruyla yola çıkmış ve tahkikleri neticesinde bu sürenin sefer için hazırlık süreleri ve yolda geçen süreler dâhil sadece 1 seneye yaklaşık bir zaman olduğunu görmüştü.
23 senede 1 sene…
63 senede 1 sene…
Aynı hervele gibi, uzun bir sa’yin, ömürlük bir sa’yin sadece küçük bir bölümü, ama çok mühim bir bölümü…

Buradan da kendime şu dersi çıkardım; hervele döneminde göstereceğin performans, öncesinde yapacağın yürüyüşe bağlı idi. Ve durup düşünülmesi gereken vakit, sahaya inilip koşuşturulması gereken vakitten çok çok fazla idi. Eğer yeterli hazırlığı yapmadan sahaya inerse insan bir noktada nefesi tıkanıyor ve o koşuşturmanın hakkını veremiyordu.

Stand-understand, stehen-verstehen, vakafe-tevakkuf esprisi de hervele öncesinin önemine işaret eden latif nüktelerdi. Hareket edebilmek için düşünmek, düşünmek için ise önce bir durmak gerekiyordu, şeytan taşlamadan önce vakfeler yapılmasındaki hikmet gibi…


Hâsılı; işte umre öncesinde gençlik-ihtiyarlık ekseninde farklı dönemlerin farklı işler, farklı hizmetler gerektirdiğine ve fakat ihtiyarlık döneminde yapılabilecek hizmetlerin mümkün olmasının ancak ve ancak gençlik döneminde yapılacak hazırlıklara bağlı olduğuna dair yazılacak olan bu yazı, umrenin sevkiyle, sa’yin bereketiyle, hervelenin işaretiyle bu hali aldı.

“…fe izâ ferağte fensab, ve ilâ Rabbike ferğab” [İnşirah: 7, 8] sırrına mazhar olan, her daim Rablerine müteveccihen önce tefekkürle altını hazırladığı bir hervele, bir hizmet evresinden hemen sonra, yeni tefekkürlere ve yeni hervelelere koşuşturan, neticesinde de inşirah zemzemine kavuş[turul]muş kullardan olabilmek duasıyla…

Kar ve Nefsim



Bu kez biraz daha hafif bir konuyu ortaya atıyorum ama aslında hakikati itibarıyla çok ağır bir mesele.

Artık TV, gazeteler ve internet aracılığıyla belki hepinizin de bildiği gibi İstanbul'da kar yağıyor iki gündür.

Ama tabi o karın altında durup, üzerine yağışını hissetmek seyretmek dokunmak bazen pekmezle karıştırıp yemek çok çok farklı, ekrandan izlemeye benzemiyor.

Ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bir gün yağmur yağarken göğsünü açıp yağmura karşı, hissetmesi o yağmuru ve "yağmurun Allah’la biati taptaze" deyişi geldikçe insan; akıl, kalb, ruh, nefis, ağız, göz, dil, burun, kulak vesair azaların önemini daha bir iyi idrak ediyor.

Hâsıl-ı kelam işte meselenin böyle bir hususiyeti var; “kar”ın O'na taneleri adedince belki daha fazla ettiği işaretler var.

Bir de şu yönü çok hoşuma gidiyor hadisenin: martın hemen hemen ortasında artık bahar geldi deyip sobaları kaldırdığımız, paltoları bir kenara atıp bahariyelik cicilerimizi giymeye başladığımız bir hengâmda [mesela bugün benim de yaptığım gibi] incecik çıkıp dışarı, uzun sayılabilecek bir aradan sonra eski dostumuzu, “kar”ı yeniden misafir etmek bana çok muhteşem geliyor. İnsanın Allah karşısındaki aczinin çok açık bir resmi gibi geliyor.

Hele de benim gibi daha önce Manisa'da martta hiç de böyle soğuklarla hele bir de karla karşılaşmamış bir insanın tabiri caizse gözüne sokarcasına bir kudret delili oluyor.

Biz hep sanıyoruz ki kışın soğuk yazın sıcak olmak "zorunda".
Hep sanıyoruz ki bu akşam batıp yarın sabah doğmak "zorunda" güneş. Sanıyoruz ki hep bizim istediğimiz olacak şu âlemde.
Sanıyoruz ki küçük dağları biz yarattık.
Sanıyoruz ki kendimizi biz yoktan var ettik. Sanıyoruz ki kâinatı da biz idare ediyoruz.
Sanıyoruz ki -hâşâ- Allah bizim hizmetkârımız.
Ve hatta belki de işin varacağı son nokta firavun gibi kendimizi İlah,-hâşâ ve hâşâ- Allah'ı kendimize kul sanıyoruz.
Bilsek ki her şeyin dizgini Onun elinde,
bilsek ki şu kâinatı yaratan O olduğu gibi mart ortasında şu “kar”ı da rahmet kesecikleri olarak üzerimize yağdıran da O’dur.
Bilsek ki karı yaratan O olduğu gibi karla gelen trafik sıkışıklığını, soğuğu, "olumsuz[!]hava şartlarını", nezlelerimizi, griplerimizi, üşü[t]melerimizi de yaratan O’dur; oflayıp puflamazdık otobüs duraklarında ya da trafikte, hastaysak yatakta...
Hayat çok daha güzel ve anlamlı olurdu.
Hem zaten olup olacağı birkaç gün. Belki yarın günlük güneşlik olacak hava, aynen iki gün önce olduğu gibi. Kısacık bir sürede başarıyla verilecek bir imtihana ebedi neticeler verileceğini düşünürsek bir de sabretmek, sabır içinde şükretmek çok mu zor olurdu acaba?

Hâsıl-ı kelam; aslında kendi nefsime söylediğim şeyleri sizlerle paylaşmak istedim. Benim nefsimin kardeşi olan sizin nefisleriniz de size belki sabırsızlık, nankörlük, şükürsüzlük telkin ediyorsa diye: benim nefsimin yaptığı gibi.

Allah her şeyde Onun rahmetinin izini, özünü, yüzünü görmeyi nasip etsin bizlere.

Cami Duvarı ve Tutarlılık




Bu fotoğraflar Üsküdar sahilindeki şirin mi şirin bir Sinan eseri olan, Şemsi Paşa Camiinde çekildi.

Gördüğünüz tablo "Atatürk'ün Son Mesajı" başlığı altında şu cümleleri içeriyor, arka fonda bir Mustafa Kemal silüetiyle birlikte tabi:

"Atatürk ölmeden on beş gün kadar önce kendine geldiği zaman, dünyadaki müslümanlara, Başbakan ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla, şu mesajı göndermiştir:

'Bütün dünyanın müslümanları, Allahın peygamberi Hazret-i Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm müslümanlar Hazret-i Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli. İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli, zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilirler ve kalkınabilirler.' "

Öncelikle bir cami duvarında böyle bir yazıyla ve yanında da Mustafa Kemal'ün çarşaflı Latife Hanım'la birlikte bir fotoğrafıyla karşılaşmak hakikaten mucib-i dikkat bir durum. Cami duvarıyla ilgili atasözlerini de akla getirmiyor değil hani, hele de bir Sinan eserinin duvarında.

Yazıya geçersek, her ne kadar doğruluğu hakkında bir bilgim olmasa da, Mustafa Kemal'i ve sonrakilerin ona karşı tutumlarını biraz olsun bilmek, bu yazının bir cami duvarındaki varlığını açıklayabilir, meşrulaştırmaz ama ancak açıklayabilir, sanıyorum.

Mustafa Kemal'in tutarlılığını sorgulamayı bir yana bırakıyorum ki güneş gibi zahir olan bir hakikati malumu ilam suretinde ifadeye ihtiyaç yok diye düşünüyorum. Bu sözler bana diğer bazı "lider"leri hatırlatıyor, sadece bu kadarla iktifa edeyim şimdilik. Mesela: Fransa'nın krallık tarihinde önemli bir yeri haiz olan Cardinal Richelieu'yu, ya da reelpolitikin fikir platformundaki kurucularından olan Machiavelli'yi vesair diğer "başarıya giden yolda herşeyi mubah sayan" kimseleri, ya da diğer bir tabirle gayelerin ya da neticelerin vasıtaları meşrulaştıracağını iddia eden, iddia etmese dahi amelleriyle bunu tasdik eden insanları...

Peki ya kendini müslüman olarak tanımlayanların tutarlılığı?

Birazcık üzerine gidildiğinde, hatta bazen üzerine dahi varılmadan, ki bu noktada Gramsci'nin "hegemonya" teorisini zikretmeyelim bu noktayı çok iyi açıklayabileceğini düşünerek, kendi "rıza" ve "irade"siyle dönebilen, dönüşebilen biz müslümanları.

Buna güzel bir örnek geçenlerde Türk Siyaseti dersinde okuduğumuz bir makalede vardı: 28 Şubat sonrası süreçte 98 seçimlerine yaklaşıldığı dönemde, Fazilet Partisi[isim hiç önemli değil aslında, burada özel olarak bir siyasi duruşu eleştiriyor değilim zira] ilk defa resmi olarak Cumhuriyet bayramını "kutluyor" ve İslami duyarlılığıyla tanınan Vakit gazetesinin manşeti şöyle o 29 Ekim'de: Böyleyken, böyle oldu...

Böyleyken'in altında biraz önce cami duvarında rastladığımı ifade ettiğim, Latife Hanım'ın çarşaflı fotoğrafı var Mustafa Kemal'le birlikte, diğer tarafta "Böyle oldu"nun altında ise başörtüsü mağduru, ağlayan mesture bir kardeşimizin fotoğrafı var.

Yani demek istenen, ya da inanılmasa da yutturulmaya çalışılan diyelim amiyane tabirle, aslında Mustafa Kemal sizin anladığınız gibi dinsiz değildi, hatta o bu zamanda olsaydı sizin bu yaptıklarınızı yapmanıza izin vermezdi.

Buna mukabil, diğer seküler gazetelerin o günkü manşetlerinde de tam aksine Mustafa Kemal'in içki içen, mayoyla yüzen, baloda tuvaletli hanımlarla danseden, modern giyimli genç kızlarla verdiği fotoğraflar var. Onlar da diyorlar ki yahu behey müslümanlar, bize bu cumhuriyeti, bu devleti, bu vatanı emanet eden Atamız işte böyle bir adamdı, biz onun emanetçileriyiz, emanete hıyanet etmeyiz, ettirmeyiz...

İki tarafta da çok açık bir şekilde kendi paradigmalarını daha popüler ve muktedir bir karizma üzerinden meşrulaştırmaya çalışma görülüyor. [Yine bu noktada Weber'in üç ayaklı meşruiyet tezi açıklayıcı olur sanıyorum.Burada kullanılan, ya da su-i istimal edilen mi demeliyim, karizmatik meşruiyet yolu.]

Fakat bir müslüman olarak, maalesef beni müslüman kardeşlerimin meşruiyet zemini sağlamak için böyle yollara tevessül etmesi daha derinden yaralıyor. Ne yazık ki seküler taraf samimiyet noktasında daha haklı görünüyor çünkü en azından o safta buna inanıp da söyleyen insan sayısı çok daha fazla.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Esma ve Saadet

Bazı latifeleri vardır ki insanın bir defa öldü mü bir daha dirilmez, öyle perdeleri vardır ki hayânın bir defa yırtıldı mı bir daha dikilmez.
Ahirzamanda bu perdelerin çoğu yırtılmış ve biz varlığından haberdar olmadığımız için yokluğunu dahi anlayamıyoruz, mahrumiyetimizin dahi farkında değiliz. Hani denir ya günümüz insanı çok az kelimeyle konuşuyor eskiden böyle değildi diye, işte bu latifeler için de geçerli. Günümüz insanı çok az latifeyle yaşıyor, saadet asırlarına göre.
Bu Allahın bazı isimlerinin tecellisinin insanın su-i ihtiyarıyla örtülmesine de yol açıyor. Aslında işin özünde bu isimlere parlak birer ayine olamama marazı yatıyor. Karartıyor günümüz insanı üzerindeki esma tecellilerini, bu da bizi saadetten biraz daha uzaklaştırıyor.
Saadet esma-i ilahiyenin tümünün cemiyette nümayan olmasıyla, insanların şahs-ı manevi ile o esmayı yansıtmalarıyla ortaya çıkıyor.
Rahim fakat aynı zamanda Kahhar olan Allahın Rahim ismi tecelli ederken insanlarda, Kahhar ismini örtüyor cemiyet. Yansıtamıyor, zira rıza-yı ilahi uğruna insanları Kahhar-ı Zülcelal’in emrettiği şekilde cezalandırmaktan yüz çeviriyor insanlar örneğin. Ya da tam tersi durumlar da vaki. Mazlumun hakkının korunmadığı çokça vaki oluyor ve Adl ismi perdeleniyor.
Ve hakeza… Bütün isimler için geçerlidir bu vaziyet. Saadet bu isimlere külliyen ayine olabilmekten geçiyor. Ne kadar uzak olursa cemiyet onun esmasını yansıtmaktan, o kadar uzak oluyor saadetten. Ve ne kadar az perdelerse Onun esmasını, o kadar yakın oluyor Onun cennetine, bu dünyada dahi. Evet, bu dünyada cennet Onun esmasını yansıtabilmektir mümkün olabildiğince. Asr-ı saadette olan bu idi. O asır bu sebepten ötürü asr-ı saadet diye tesmiye olundu. Yoksa sadece Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselam Ona en parlak bir ayine olsaydı da ashabı olmasaydı asr-ı saadet demeyecektik biz o asra ki Ondan evvelki peygamberlerin dönemlerine örneğin bir İsa aleyhisselamın bir Musa aleyhisselamın asrına saadet asrı demiyoruz bu sebepten.
Hâsılı saadet cem-i esmayı bütün bir cemiyet olarak yansıtabilmek, ona ayine olabilmekten geçiyor.
Bunu yapamadığımız takdirde her daim bir şeyler eksik olacaktır. Saadet-i dareyn in ilki bu dünyada saadettir ki onun da şartı esma-i ilahiyeye ayine olmak, kesif bir perde olmamaktır.