31 Ağustos 2009 Pazartesi

SEÇİLMİŞLİK





Seçilmişlik çoğu zaman kafamı karıştıran bir kavram olmuştur. Yumurta‐tavuk hikâyesi gibi, acaba hangisi önce gelir diye sormuşumdur kendime; seçilmek mi, seçilmeyi netice verecek iman‐ihlâs‐ihsan mertebelerine ulaşmak mı?

Yoksa seçilmiş olmak için hiçbir sebebe ihtiyaç yok mudur? Her şeyi ilm‐i ezelisiyle bilip muhkem bir kader ile takdir eden Kadir‐i Âlim, hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan mı seçer seçtiğini? Bir ol demesiyle kâinatı var eden ve sürekli kâinatı yoktan var etmeye devam eden Hayy‐u Kayyum seçmesini neye bağlamıştır, sadece kudretiyle tasarrufta bulunup da mı seçer seçtiğini?

Bu sorular yedeğimde, Mucizat‐ı Ahmediye’yi okurken bir cümle ilişti gözüme. Bediüzzaman şöyle diyordu bir yerde:

“Hem madem nev’‐i beşerde nübüvvet vardır.[ilh]" (Mucizat-ı Ahmediye, İkinci Nükteli İşaret)

Seçilmişlik dendiğinde belki ilk akla gelecek olan peygamberleridir Cenab‐ı Hakk’ın. Rabb‐ı Rahim, onları kulları arasından, rasuller olarak seçmiş ve insanlığa göndermiştir kendisini en güzel şekilde anlatmaları için yeryüzünde.
İşte Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümlesi benim için seçilmişlik meselesini anlamada, özellikle de nebilerin bütün bir insanlık arasından seçilmesini anlamada ufuk açıcı oldu.

Risale‐i Nur’un bütününde ince ince işlenen Esma‐i Hüsna talimlerinden öğrendiğimiz şuydu: insan küçük bir kâinattı, kâinat da büyük bir insan. Yani kâinatta Cenâb‐ı Hakkın hangi esması tecelli ediyorsa insanda da eksiksiz tecelli ediyordu. İnsan en külli ayine idi Rabbine, işte önce bu anlamda seçilmişti insan bütün bir mahlûkat arasından.

İnsan nevi içinde ise nebiler vardı en güzel seçilmişler kafilesi olarak, insanlığın yüz akları olarak. İşte onları da seçilmiş yapan, bu esmâ‐i hüsnâya ayine olma dereceleriydi. Biz yine Risale‐i Nurun talimiyle biliyorduk ki Efendimiz aleyhissalatuvesselam her bir ism‐i ilahiye azam derecede mazhardı.

Peki, bu fark neden kaynaklanıyordu?

Bu noktada da bir diğer kilit risale olan Kader Risalesi imdadımıza yetişecekti. İlm‐i ezeli, maluma tabi idi. Yani kader ile cüz’î cüz‐ü irade arasında öyle mükemmel bir denge vardı ki adaletsizlikten, eksiklikten ya da fazlalıktan söz etmek mümkün değildi kâinatta. Her şey kader ile takdir olunmuştu, ancak cüz’i iradenin sarfı şartı koşulmuştu, kader cüz’i irade ile külli iradenin mubaşeretiydi bir anlamda, mukarenetiydi.

Seçilmişlik işte bu yüzden salt bir seçilmişlik değildi, Cenab‐ı Hakk’In ilim, irade, kudret sıfatlarıyla beraber hikmet sıfatı da seçme şuununda beraber tecelli edeceklerdi. Yani seçilmiş olmanın bir hikmeti olacaktı, o da cüz’i iradenin sarfı idi. Aynı iman nimetinde olduğu gibi.

Bediüzzaman’ın topyekûn bir İman Risalesi olarak nitelendirebileceğimiz eseri Risale‐i Nur külliyatında, imanın tanımı olarak Sad‐ı Taftazani’nin tanımını kullanması bu sebeptendi. Taftazani diyordu ki: “İman cüz’i iradenin sarfından sonra kalbe ilkâ edilen bir nurdur”. Evet, iman nurani bir şeydi, bir vergiydi, her şeyin olduğu gibi. Fakat Hakîm olan Rabb‐ı Rahim cüz’i iradeyi selbetmiyordu iman konusunda. Hâşâ, bir adaletsizlikten bahsedilemezdi işte bu sebepten.

Bu verilmişlik, bu seçilmişlik, ne iman nimetinin kıymetini azaltırdı, ne de insanın cüz’i iradesinin değerini.

Yukarıda alıntıladığım cümle sanki bütün bunların bir özeti gibi çıkmıştı karşıma. Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olarak insan nevinin her bir ferdinde esma‐i ilahiye cilveleniyordu, işte bu sebepten aslında bütün insanlarda nübüvvet cevheri vardı, “nev’‐i beşerde nübüvvet vardı” Bediüzzaman’ın ifadesiyle. Fakat bunu bilkuvveden bilfiile, potansiyelden kinetiğe dönüştürmek, insanın o kendisinde tecelli eden esma‐i ilahiyeye ne derce parlak bir ayine olmaya çalışmasına bakıyordu. Sırr‐ı imtihanın iktizası bu idi. Dar’ul‐hikmet olan bu dünyanın sünnetullahı, kanunu, fıtratı bu idi. Her şey bir hikmete mebni idi. Cenab‐ı Hakk Hâkim olduğu gibi Hakîm idi aynı zamanda, asla abes iş yapmazdı. Adildi, adaletsiz olabilecek bir “seçilmişlik” O’nun Adl sıfatıyla uyuşmazdı.

Bu sırdandır ki Efendimiz’in ümmetinin âlimleri, Beni İsrail’in peygamberleri gibi olabiliyordu.

Bu sırdandır ki Bediüzzaman Risale‐i Nur mesleğini Veraset‐i Nübüvvet çizgisinin devamı, nübüvvet mesleğinin takipçisi olarak konumlandırıyordu.

Efendimiz’i “Efendimiz” yapan işte bu sır idi: o Esma‐i Hüsnaya en güzel ayine olması. Bunu anlamak, hem Efendimiz aleyhissalatuvesselam’a olan sevgi ve hürmetimizi artıracaktır, hem de O’nun yolunda daha güzel kullar olabilmek için bize şevk verecek olan ümidimizi.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

İsm-i Âzam

Bugünlerde ism-i âzamı düşünürken çoğu evliyâ ve asfiyânın kendilerince bir ism-i âzam tanıdıkları; meselâ Hazret-i Ali’nin [r.a] başka bir ismi, Şâh-ı Geylânî’nin [k.s] başka bir ism-i ilâhîyi, müceddid-i elf-i sâni İmâm-ı Rabbânî’nin [k.s] yine başka bir ismi, ism-i âzam ittihâz ettikleri hatırıma geldi.
Ayrıca Bediüzzaman’ın Esmâ-i Sitte [30.Lem'a] risalesinde Hayy ve Kayyûm ism-i ilâhîlerine daha çok vurgu yaptığı; bu iki isimden de, kanaat-i acizânemce, Kayyûm ismini ism-i âzam olarak gördüğünü hatırladım.
Burada şunu önemli bir nokta olarak addettim: bu kadar büyük zâtlar bu mühim meselede ihtilâfa düşmüşlerdi. Eğer birinin dediği doğru ise sadece, diğerleri yanlış olacaktı.
El-hâsıl, buradan tâlî olarak şunu anladım ki nasıl Allah insanın hayatında eceli, dünyanın ömründe kıyâmeti gizlemişse ve eğer O bildirmezse Peygamber Efendimiz [a.s] dahi bilmiyorsa; aynen öyle de Esmâ-i İlâhiye içinde de ism-i âzamı saklamış. Bildirmediği için de insanlar kesin olarak bilememişler.
İşte tam da bu noktada önemli bir meselenin ortaya çıktığını düşünüyorum. Nasıl ki Allah’ın eceli, kıyamet vaktini gizli tutması insan için büyük bir rahmet, pek latif bir nimetse, aynen öyle de ism-i âzamı da esmâ-i hüsnâsının içinde saklaması insanlar için pek büyük bir ihsan, pek güzel bir iltifattır diye düşünmeye başladım.
Zira eğer ism-i âzam bildirilseydi; insanların onu aramak, ona âzamî derecede mazhar olmak, onunla Allah’a duâ ve tazarrûda bulunmak gibi bir sa'y-u gayretleri olmayacaktı.
Böylece, ism-i âzam bildirilmeyerek insanlar mârifetullaha teşvik edilmiş oluyordu. Hem neticede, işte bu nokta çok önemli geliyor bana, eğer onu arayan kişi yanlış neticeye ulaşsa dahi -ki doğrusu bilin[e]mediği için yanlışı bilin[e]meyecek!- Allah-u Teâlâ ona, ism-i âzamdan maksûd olan ecri verecektir inşaallah.
İşte aynen insan ömründe ecel, dünya ömründe vakt-i kıyamet, Ramazan ayında leyle-i kadir nasıl saklanmış ise esmâ-i ilâhiye içinde de ism-i âzam gizlenmiş.
Aynı kadir gecesinde olduğu gibi insanlar onu arayıp ondan istifade etmeye teşvik edilmiş. Ve işte aynen kadir gecesinde olduğu gibi neticeye değil gayrete mükâfât verilmiş.
Yani eğer o kendisine âzamî derecede mazhar olunmaya çalışılan isim nefs-ül emirde ism-i âzam olmasa dahi, eğer insan ecrini yalnızca O’ndan umarak o isme parlak bir âyine olmaya çalışırsa, inşaallah Kadir-i Hakîm ona ism-i âzam sevabını verecektir. Yeter ki kul onu arasın ve ondan istifade etmeye gayret etsin.

Rahmanirrahim olan Allah hepimize ism-i âzama âyine olma gayreti versin ve ulaştığımız netice ne olursa olsun ism-i âzamdan matlûp olan ecire eriştirsin, amin amin amin.

Hervele




Aslında bu yazının başlığı “İşler, Yaşlar” olacaktı; hayatın farklı evrelerinde, özellikle gençlik ve ihtiyarlık diye kabaca ayırabileceğimiz iki ana evresinde farklı işlere yoğunlaşılması gereğine ve ihtiyarlık evresinde yapılabilecek işlerin, görülebilecek hizmetlerin ancak ve ancak gençlik evresinde yapılacak hazırlıklarla mümkün olabileceğini anlatan bir yazı olacaktı. Aylardır bekleyen bir dosyaydı bu; yoldaşım, bilgisayarım Muzaffer’in zihninde.

Umre hayatımda birçok şeyi değiştirdiği gibi bu yazının başlığını da değiştirdi. Teşbihler hakikatlere işaret eden sembollerle yapılır çoğu zaman. Ben de Umrede vakıf olduğum ibadetler neye işaret eder diye düşünürken Sa’yin yukarıda bahsettiğim yazının konusu ile ilgili bir hikmeti olabileceği geldi aklıma.

Sa’y sa’ydi, bir amaç uğruna gösterilen gayretti, eneden geçilerek lillah için yapılan her şeydi. Yedi gidiş-geliş buna işaret ediyordu, namütenahiliğine gayretin, Gayretullahın ve onun arzdaki yansıması olan kulların gayretinin. Kulların gayreti sayılabilir cinstendi, yedi ile ifade edilebiliyordu, fakat biliyorduk ki Arap dilinde yedi görülen yerde akla hemen o işin ebedileşmeye namzet bir iş olduğu gelirdi. Kul sınırlı bir gayret sarf ederdi, fakat Rabb’ul-Alemin ebedileştirirdi o işi.
İşte sa’y bu işlere işaretti.

Hayat bir sa’ydi. Aynen hayat gibi, Sa’yde de değişik evreler vardı. Ve aynı hayat gibi durmak yoktu Sa’yde de. Fasılasız sa’y etmek zorundasınız bu dünyada, fasılasız yaşamak…
Bu dünya gibi bir başlangıcı ve bir bitişi vardır Sa’yin de, fakat ebedi alemin çekirdeğini içinde barındırır.

Mu’temir sa’yi kefeniyle yapar. Aynı Bediüzzaman gibi ölümle dost olmuş insanlar gibi; Bediüzzaman kefenim boynumda yaşıyorum derdi ya hep, işte Sa’y bunun bir numunesi gösterdi bana. Allah rızası için yaşamak, sa’y etmek ve ölümü bu sa’yden bir terhis bilmek…

Sa’yin de hayat gibi değişik evreleri var demiştik, evet sa’y kimi zaman Merve’de kimi zaman Safa’da olmaktı. Kimi zaman tepede kimi zaman çukurda olmak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “kâh minare başında, kâh kuyu dibinde olmak”…
Kimi zaman gitmek, kimi zaman gelmekti.
Kimi zaman koşmak, kimi zaman yürümekti.
Ama her daim gayretti.

İşte bu evreler iki noktayı aklıma getirdi. Birincisi; hayatta kimi zaman hadisatın içinde kalıp acil kararlar vermemizi gerektiren durumlar içinde kalabiliyorduk ve kimi zaman da hadiselere yukarıdan bir gözle bakıp daha külli bir perspektiften çıkış yolları bulmamız gerekebiliyordu. Makro ve mikro yaklaşımlar; yerine göre ikisine de ihtiyaç duyabiliyordu insan.

İşte sa’yin kimi zaman tepelerde, kimi zaman düzde yapılması bana bunu hatırlarttı, ve Bediüzzaman’ın minare başı-kuyu dibi benzetmesini biraz daha iyi anlamamı sağladı. Kabz ve bast halleri gibi, ikisi de bir mücahede hali ve kesinlikle birisi diğerinden üstün denilemeyecek haletler. Hatta çoğu zaman inkibaz halleri inbisat hallerinden daha meyvedar dahi olabiliyor, fakat kabz halinin semeredar olması biraz da bast halindeki hazırlığına bakıyordu insanın.

İşte tam da bu noktada “hervele” kavramı devreye giriyor, sa’yin bir dönemecini teşkil eden hervele hali. Sözlük anlamı koşuşturmak hervelenin. Ve mu’temir Hazret-i Hacer’in koşuşturduğu noktalar arasında onun halet-i ruhiyesine bürünebilmek için koşturuyor, Rabb’ine, umuda, zemzeme…

Hervelenin belirli noktalar arasında olması düşündürdü beni ilkin, baştan sona bir koşuş değildi bu. Sadece belli bir döneminde sa’y yolunun, koşuluyordu; aynen hayat gibi.
Ve bu bölge, bütün sa’y yolunun sadece küçük bir parçasıydı. Bu da ikinci noktaydı düşündüğüm. Tam da bu noktada muhterem Metin Karabaşoğlu’na borçlu olduğumuz bir araştırmanın sonucu takıldı kafama; Efendimiz aleyhissalatuvesselam’ın koşuşturması diyebileceğimiz seferleri geldi aklıma.
Hani birçoğumuz için siyer-i nebi dendiğinde belki aklına ilk gelen şey; Bedir, Uhud, Hendek muharebeleri…
Peki, bunlar 23 senelik ömr-ü nebevide ve 63 senelik ömr-ü Muhammedide ne kadarlık bir yekûn teşkil ediyordu. Metin Karabaşoğlu bu soruyla yola çıkmış ve tahkikleri neticesinde bu sürenin sefer için hazırlık süreleri ve yolda geçen süreler dâhil sadece 1 seneye yaklaşık bir zaman olduğunu görmüştü.
23 senede 1 sene…
63 senede 1 sene…
Aynı hervele gibi, uzun bir sa’yin, ömürlük bir sa’yin sadece küçük bir bölümü, ama çok mühim bir bölümü…

Buradan da kendime şu dersi çıkardım; hervele döneminde göstereceğin performans, öncesinde yapacağın yürüyüşe bağlı idi. Ve durup düşünülmesi gereken vakit, sahaya inilip koşuşturulması gereken vakitten çok çok fazla idi. Eğer yeterli hazırlığı yapmadan sahaya inerse insan bir noktada nefesi tıkanıyor ve o koşuşturmanın hakkını veremiyordu.

Stand-understand, stehen-verstehen, vakafe-tevakkuf esprisi de hervele öncesinin önemine işaret eden latif nüktelerdi. Hareket edebilmek için düşünmek, düşünmek için ise önce bir durmak gerekiyordu, şeytan taşlamadan önce vakfeler yapılmasındaki hikmet gibi…


Hâsılı; işte umre öncesinde gençlik-ihtiyarlık ekseninde farklı dönemlerin farklı işler, farklı hizmetler gerektirdiğine ve fakat ihtiyarlık döneminde yapılabilecek hizmetlerin mümkün olmasının ancak ve ancak gençlik döneminde yapılacak hazırlıklara bağlı olduğuna dair yazılacak olan bu yazı, umrenin sevkiyle, sa’yin bereketiyle, hervelenin işaretiyle bu hali aldı.

“…fe izâ ferağte fensab, ve ilâ Rabbike ferğab” [İnşirah: 7, 8] sırrına mazhar olan, her daim Rablerine müteveccihen önce tefekkürle altını hazırladığı bir hervele, bir hizmet evresinden hemen sonra, yeni tefekkürlere ve yeni hervelelere koşuşturan, neticesinde de inşirah zemzemine kavuş[turul]muş kullardan olabilmek duasıyla…

Kar ve Nefsim



Bu kez biraz daha hafif bir konuyu ortaya atıyorum ama aslında hakikati itibarıyla çok ağır bir mesele.

Artık TV, gazeteler ve internet aracılığıyla belki hepinizin de bildiği gibi İstanbul'da kar yağıyor iki gündür.

Ama tabi o karın altında durup, üzerine yağışını hissetmek seyretmek dokunmak bazen pekmezle karıştırıp yemek çok çok farklı, ekrandan izlemeye benzemiyor.

Ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bir gün yağmur yağarken göğsünü açıp yağmura karşı, hissetmesi o yağmuru ve "yağmurun Allah’la biati taptaze" deyişi geldikçe insan; akıl, kalb, ruh, nefis, ağız, göz, dil, burun, kulak vesair azaların önemini daha bir iyi idrak ediyor.

Hâsıl-ı kelam işte meselenin böyle bir hususiyeti var; “kar”ın O'na taneleri adedince belki daha fazla ettiği işaretler var.

Bir de şu yönü çok hoşuma gidiyor hadisenin: martın hemen hemen ortasında artık bahar geldi deyip sobaları kaldırdığımız, paltoları bir kenara atıp bahariyelik cicilerimizi giymeye başladığımız bir hengâmda [mesela bugün benim de yaptığım gibi] incecik çıkıp dışarı, uzun sayılabilecek bir aradan sonra eski dostumuzu, “kar”ı yeniden misafir etmek bana çok muhteşem geliyor. İnsanın Allah karşısındaki aczinin çok açık bir resmi gibi geliyor.

Hele de benim gibi daha önce Manisa'da martta hiç de böyle soğuklarla hele bir de karla karşılaşmamış bir insanın tabiri caizse gözüne sokarcasına bir kudret delili oluyor.

Biz hep sanıyoruz ki kışın soğuk yazın sıcak olmak "zorunda".
Hep sanıyoruz ki bu akşam batıp yarın sabah doğmak "zorunda" güneş. Sanıyoruz ki hep bizim istediğimiz olacak şu âlemde.
Sanıyoruz ki küçük dağları biz yarattık.
Sanıyoruz ki kendimizi biz yoktan var ettik. Sanıyoruz ki kâinatı da biz idare ediyoruz.
Sanıyoruz ki -hâşâ- Allah bizim hizmetkârımız.
Ve hatta belki de işin varacağı son nokta firavun gibi kendimizi İlah,-hâşâ ve hâşâ- Allah'ı kendimize kul sanıyoruz.
Bilsek ki her şeyin dizgini Onun elinde,
bilsek ki şu kâinatı yaratan O olduğu gibi mart ortasında şu “kar”ı da rahmet kesecikleri olarak üzerimize yağdıran da O’dur.
Bilsek ki karı yaratan O olduğu gibi karla gelen trafik sıkışıklığını, soğuğu, "olumsuz[!]hava şartlarını", nezlelerimizi, griplerimizi, üşü[t]melerimizi de yaratan O’dur; oflayıp puflamazdık otobüs duraklarında ya da trafikte, hastaysak yatakta...
Hayat çok daha güzel ve anlamlı olurdu.
Hem zaten olup olacağı birkaç gün. Belki yarın günlük güneşlik olacak hava, aynen iki gün önce olduğu gibi. Kısacık bir sürede başarıyla verilecek bir imtihana ebedi neticeler verileceğini düşünürsek bir de sabretmek, sabır içinde şükretmek çok mu zor olurdu acaba?

Hâsıl-ı kelam; aslında kendi nefsime söylediğim şeyleri sizlerle paylaşmak istedim. Benim nefsimin kardeşi olan sizin nefisleriniz de size belki sabırsızlık, nankörlük, şükürsüzlük telkin ediyorsa diye: benim nefsimin yaptığı gibi.

Allah her şeyde Onun rahmetinin izini, özünü, yüzünü görmeyi nasip etsin bizlere.

Cami Duvarı ve Tutarlılık




Bu fotoğraflar Üsküdar sahilindeki şirin mi şirin bir Sinan eseri olan, Şemsi Paşa Camiinde çekildi.

Gördüğünüz tablo "Atatürk'ün Son Mesajı" başlığı altında şu cümleleri içeriyor, arka fonda bir Mustafa Kemal silüetiyle birlikte tabi:

"Atatürk ölmeden on beş gün kadar önce kendine geldiği zaman, dünyadaki müslümanlara, Başbakan ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla, şu mesajı göndermiştir:

'Bütün dünyanın müslümanları, Allahın peygamberi Hazret-i Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm müslümanlar Hazret-i Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli. İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli, zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilirler ve kalkınabilirler.' "

Öncelikle bir cami duvarında böyle bir yazıyla ve yanında da Mustafa Kemal'ün çarşaflı Latife Hanım'la birlikte bir fotoğrafıyla karşılaşmak hakikaten mucib-i dikkat bir durum. Cami duvarıyla ilgili atasözlerini de akla getirmiyor değil hani, hele de bir Sinan eserinin duvarında.

Yazıya geçersek, her ne kadar doğruluğu hakkında bir bilgim olmasa da, Mustafa Kemal'i ve sonrakilerin ona karşı tutumlarını biraz olsun bilmek, bu yazının bir cami duvarındaki varlığını açıklayabilir, meşrulaştırmaz ama ancak açıklayabilir, sanıyorum.

Mustafa Kemal'in tutarlılığını sorgulamayı bir yana bırakıyorum ki güneş gibi zahir olan bir hakikati malumu ilam suretinde ifadeye ihtiyaç yok diye düşünüyorum. Bu sözler bana diğer bazı "lider"leri hatırlatıyor, sadece bu kadarla iktifa edeyim şimdilik. Mesela: Fransa'nın krallık tarihinde önemli bir yeri haiz olan Cardinal Richelieu'yu, ya da reelpolitikin fikir platformundaki kurucularından olan Machiavelli'yi vesair diğer "başarıya giden yolda herşeyi mubah sayan" kimseleri, ya da diğer bir tabirle gayelerin ya da neticelerin vasıtaları meşrulaştıracağını iddia eden, iddia etmese dahi amelleriyle bunu tasdik eden insanları...

Peki ya kendini müslüman olarak tanımlayanların tutarlılığı?

Birazcık üzerine gidildiğinde, hatta bazen üzerine dahi varılmadan, ki bu noktada Gramsci'nin "hegemonya" teorisini zikretmeyelim bu noktayı çok iyi açıklayabileceğini düşünerek, kendi "rıza" ve "irade"siyle dönebilen, dönüşebilen biz müslümanları.

Buna güzel bir örnek geçenlerde Türk Siyaseti dersinde okuduğumuz bir makalede vardı: 28 Şubat sonrası süreçte 98 seçimlerine yaklaşıldığı dönemde, Fazilet Partisi[isim hiç önemli değil aslında, burada özel olarak bir siyasi duruşu eleştiriyor değilim zira] ilk defa resmi olarak Cumhuriyet bayramını "kutluyor" ve İslami duyarlılığıyla tanınan Vakit gazetesinin manşeti şöyle o 29 Ekim'de: Böyleyken, böyle oldu...

Böyleyken'in altında biraz önce cami duvarında rastladığımı ifade ettiğim, Latife Hanım'ın çarşaflı fotoğrafı var Mustafa Kemal'le birlikte, diğer tarafta "Böyle oldu"nun altında ise başörtüsü mağduru, ağlayan mesture bir kardeşimizin fotoğrafı var.

Yani demek istenen, ya da inanılmasa da yutturulmaya çalışılan diyelim amiyane tabirle, aslında Mustafa Kemal sizin anladığınız gibi dinsiz değildi, hatta o bu zamanda olsaydı sizin bu yaptıklarınızı yapmanıza izin vermezdi.

Buna mukabil, diğer seküler gazetelerin o günkü manşetlerinde de tam aksine Mustafa Kemal'in içki içen, mayoyla yüzen, baloda tuvaletli hanımlarla danseden, modern giyimli genç kızlarla verdiği fotoğraflar var. Onlar da diyorlar ki yahu behey müslümanlar, bize bu cumhuriyeti, bu devleti, bu vatanı emanet eden Atamız işte böyle bir adamdı, biz onun emanetçileriyiz, emanete hıyanet etmeyiz, ettirmeyiz...

İki tarafta da çok açık bir şekilde kendi paradigmalarını daha popüler ve muktedir bir karizma üzerinden meşrulaştırmaya çalışma görülüyor. [Yine bu noktada Weber'in üç ayaklı meşruiyet tezi açıklayıcı olur sanıyorum.Burada kullanılan, ya da su-i istimal edilen mi demeliyim, karizmatik meşruiyet yolu.]

Fakat bir müslüman olarak, maalesef beni müslüman kardeşlerimin meşruiyet zemini sağlamak için böyle yollara tevessül etmesi daha derinden yaralıyor. Ne yazık ki seküler taraf samimiyet noktasında daha haklı görünüyor çünkü en azından o safta buna inanıp da söyleyen insan sayısı çok daha fazla.